İçe Yolculuğun Sanatsal Durakları:
Yeniden Yaratım ya da Yıkım Senaryosunun Parçaları Arasında Nietzsche’yi Anlayabilmek
Kısaca Friedrich Nietzsche ve Yaşadığı Dönemin Şartları
Friedrich Nietzsche, 15 Ekim 1844 yılında Almanya’da (Röchen) doğmuştur. Babası Karl Ludwing, yaşadıkları yerde bulunan Protestan Kilisesinin papazıdır. Nietzsche için kaçınılmaz olan din olgusu, küçük yaşlardan itibaren hayatına girmiştir. Bir dönem ilahiyat eğitimi alan filozof, öğrenimini yarıda bırakıp filoloji üzerinden akademik derecesini almıştır.
Fransız İhtilali sonrasında mutlak monarşi yerini cumhuriyete bırakırken, dinsel zeminde etkin söyleme sahip Katolik Kilisesi kan kaybetmeye başlamıştır. Matbaanın bulunuşundan sonra, düşüncenin argümanlarından olan kitabın dağıtımını sınırlar ötesine taşınmıştır. Sosyal bir çözülmenin yaşandığı 18. yüzyılda; sanayi devrimi, üretim-tüketim ilişkisinin değişimi, köyden kente göç gibi unsurlar, beraberinde şekillenen sanat ve düşünce dünyasını da etkilemiştir.
Schopenhauer Etkisi
Nietzsche’nin üniversite yıllarında okuduğu kitaplardan ‘İstem ve Tasarım Olarak Dünya’, onun Schopenhauer’den etkilenmesini sağlamış ve felsefeyle olan ilişkisini bir anlamda pekiştirmiştir.
Schopenhauer’un istencinde* görülen kötümserlik, onu ele geçirme dürtüsü yerine, ondan uzak kalmanın ussal (rasyonel, akla uygun) perspektifinde şekillenmiştir. Nietzsche’nin doğasından uzak olan bu karamsar yaklaşım, kararlı olmanın pozitif bir tarafa ait olduğu; dolayısıyla istencin kaçılmaması gereken ussal eylemler içerdiği fikrini oluşturmuştur.
Buradaki realite, istencin hakikat bilgisine ulaşmadaki bir tür arayüz olduğunu belirtmektedir. Nitekim hakikat ile olan düşünsel pratikleri, istencin kendi dünyasındaki konumlandırılışı, insana yüklediği anlam Nietzsche’yi, ‘Tanrı öldü’ sözleriyle nihilist söyleme eklemlemiştir.
Aristokrasinin, egemen sınıfın yarattığı tanrının öldüğünü söyleyen Nietzsche, insanın potansiyel gücünü keşfetmesinin önemini vurgulamaktadır. Bu kabul edilmesi güç insanlararası sınıflandırmada, tahakküm sahipleri, tanrının hoşuna gitmeyecek unsurları sıralarken, kendi benliklerindeki karanlık dehlizlerden başkasını sunmamaktadır.
Nietzsche bu yüzden tanrı öldü demiştir.
*İstenç: İrade. Davranışlarla ilgili itkilerden bir bölümünü tutup ötekileri eyleme dönüştürme gücü.
Nietzsche’nin Sanata Yaklaşımı
Nietzsche’nin sanata yaklaşımından bahsetmeden önce; onu büyük ölçüde etkileyen sanatsal durakların şiir, tragedya ve müzik olduğu söyleyebiliriz.
Nietzsche’nin babası keman; annesi ise, piyano çalmaktaydı. Nietzsche’yi dolaylı olarak etkileyen bu durum ve linguistik (dilbilim) altyapı, besteler yapmasına olanak tanımıştır.
Bonn Üniversitesi’ndeyken Eduard Hanslick’in müzik eleştirisi ile ilgili kitabını okuduğunda, kendi döneminde yaşayan besteci Richard Wagner’in çalışmaları ile ilgili görüşleri de netleşmeye başlamıştır.
On dokuzuncu yüzyılda yaşanan sosyokültürel değişim, kapitalist sistemin tesir ettiği mecralardaki artış ve sanat eserlerinin ticarileşme kaygısı, Wagner’in -tüm bu olumsuzluklar içinde pesimist olmaktan uzak bakış açısının- Gesamtkunstwerk** teorisiyle özdeşleşmiş tarafı, Nietzsche için de kabul edilebilir bulunmuştur.
Her ne kadar daha sonraları onun bestelerini mübalağalı ve Dionysosçu heyecandan uzak bulacak olsa da, başlarda Wagner’e sempati duymuştur. Nietzsche de müziği düşünsel platformda değerlendirirken, hatta müzikal çalışmalar (beste) yaparken bütünlükçü bir yaklaşım sergilemiştir. Şöyle ki; Protestan ritüellerinde müzik, pekiştirici (tapınma içinde yeri olan) bir enstrümandır.
**Gesamtkunstwerk: Bütünlüklü sanat eseri anlamına gelir. Richard Wagner tarafından ortaya konmuş, operada devrim niteliğinde gelişmeler yaşanmasını sağlamış ve sinemayı da etkilemiş bir teoridir.
Din ve Müzik
Nietzsche, hem dini hem de müzikal pratiklerle çok erken yaşta temas etmiştir. Onun kategorizasyondan uzak, insancıl doğası, müziğin ve sanatın herhangi bir zümreye ait olamacağını, olmaması gerektiğini; fakat toplumsal zihniyeti ve yaşanılan çağdan izler taşıyabileceğini ve insanın bu etkiden kaçamasa dahi, herhangi bir tahakkümün beğenisine göre sanat yapmaması gerektiğini savunmuştur.
Bu yüzden, bir anlamda Wagner’i eleştiri potasına almış ve onu, Alman ve Hristiyan hayranlığı besleyerek beste yapmakla itham etmiştir. Wagner’in çabasının faydasız bir uğraş olduğunu hem çağdaşlarına hem de derin öngörüsüyle, bizlere anlatmaya çalışmıştır.
İnsan, birinin beğenisini kazanmak için değil, kendi içindeki yaratma istencini açığa çıkarmak ve onunla yüzleşmek için sanatla hemhal olmalıdır. Sanat, zümre beğenisi gibi bir kaygıdan yola çıkarak gerçekleştirilecek eylemler içermemelidir. Sanat, bir ouroboros*** gibi, insan için, kendini özüne ulaşmadaki araç olmalıdır. Yılan nasıl kendini yenilemede kuyruğunu yemeyi çare olarak görüyorsa, insan da kendi kendinin yaratımında özündeki her türlü zıtlığı birleştirmeyi ve gölge yanlarıyla temas etmeyi seçmelidir. Böylece semboller dünyasındaki anlamlandırmasının bir imgelemden (hayal gücü) çok daha fazlası olacağını ve kendisini zamansal olanın ötesine taşıyacağını söyleyebiliriz. Benzetilmiş (simule edilmiş) ya da realiteye ait her faktörü, sanatsal olarak herhangi bir zapturapt altında hissetmeden gerçekleştiren insan, güç istencine sahiptir denilebilir.
***Ouroboros: Kendi kuyruğunu ısıran yılan ya da ejderha şeklinde resmedilen agnostik sembol. Kendini yaratmayı sembolize eder.
Nihilizm (Hiççilik)
Schopenhaur ve Nietzsche, Türkçede hiççilik anlamına gelen nihilizmin, ilk temsilcilerindendir.
Günümüzde Nietzsche denildiğinde, kaçınılmaz şekilde akıllara nihilizm gelmektedir. Rus edebiyatında (Turgenyev, Babalar ve Oğullar) ilk örneğini veren bu akımın, düşünürlerle olan hareket noktası, filozofların insanı ve varoluşu anlamlandırabilme yetisine ait isteğini barındırmaktadır.
Varolan her ne ise, kuşkuyla bakılmalı fakat septisizmden (kuşkuculuk) farklı olarak, kurulu düzenin yeniden inşasına gidilmelidir. Sinemasal bir terimle, insanın kendi kendisini focus (odak) noktası yapması gerekmektedir.
Düşünürün her türlü norma ve öğretiye karşı gibi görünen tarafı, tek bir dertten muzdariptir: Üstinsan. Bireyin sürü ahlakıyla hareket etmesi, hem öz hem de toplumsal olarak sıradanlıktır. Oysa üstinsan, kendini kaybedendir. Kanonik**** yapının bir şekilde altüst olması, bireysel keşfin bir parçasını içermektedir.
Nietzsche’nin toplumsal ve bireysel tüm bu irdelemeleri içinde; yaşadığı coğrafyanın duvarlarından, çağın katı hiyerarşisinden insanı özgürleştirmek Mihail Bahktin’in yaklaşımıyla; bir anlamda karnavalesk***** kılmaktır. O, bu bağlamda da dönemini etkilediği gibi, kendinden sonrası için de düşünsel izlek bırakmıştır.
İyi ve kötünün kıskacından kurtulup özgürleşen insan, sanat eserine kendinden izleri yansıtırken varoluşsal kaygılarını da netliğe kavuşturacaktır. Sanat eserinin güzellikle eklemlenmesi, ancak bireyin içsel bir hesaplaşmasının sonucunda doğabilir. Burada güzelliğin felsefesi, Platon’un idealarla açıklaması, Aristoteles’in görüşlerindeki simetri, Kant’taki hoşa gidenler değildir. Sanat eserleri ve yaratım süreçleri, varoluşsal bir tarafa eklemlidir.
Felsefe ve sanat, bu çırpınışımızın ilacıdır. Bir sanat eseri, bizdeki bu kaygıyı giderebiliyorsa doğal sonuç olarak güzel olarak nitelendirilecektir. Daha küçücük bir çocukken Nietzsche’nin dini besteler yapması, onlu yaşlarının sonuna doğru da Noel oratoryosu hazırlaması, onun özüyle ilk yüzleşmelerinden sayılabilir. Nitekim Hristiyanlığın etkisinden sıyrılan Friedrich Nietzsche, sanat eserine dair yaratım sürecinde, istencin gücünün, insanın kendisine ait bir alanda olduğunu bize göstermiştir. İçindeki ikonaları kıran filozof, öncesindeki haykırışını notaların harmonisinde buluştururken dürüst bir içebakış sergilemiştir.
****Kanonik: Edebiyat ve sanat vasıtasıyla yaratılmış hayali evrenin, karakterlerinden ve kavramlarından bahsedilirken kullanılan kavramdır.
*****Karnavalesk: Mihail Bahktin’in ‘karnaval halinde yaşanan durum’ için icat ettiği sözcüktür. Karnaval, toplumsal hayatın baskın gerçekliğini ve dayatılan düzeni geçici bir süre için yok sayan, eğlence ve mizaha dayalı bir kutlama biçimidir.
Tragedya
Nietzsche’yi etkileyen tragedya sanatında; Dionysos’a adanmış şarkılarda ve danslarda, kahramanlar, bilindik anlatılarda da karşımıza çıkan Adem ve Havva’nın ya da Kayin ile Hevel’in hataları gibi; Antik Yunan’da da Zincire Vurulmuş Promethus’un ateşi tanrılardan çalınıp insana vermesi gibi eylemler anlatılmaktadır.
Oysa filozofun düşünme serüveni ve sanata bakış açısı, Dionysos ya da Apollon’u putlaştırmak değil, insanın acılarının ve coşkusunun kaynağını, yaşamsal seçimlerinde baskın olan hegemonyayı, yine insan üzerinden açıklamaktır. Böylece, diyalektik kavramlar da yaşamın çelişkilerinden uzak düşünülmeyecektir.
Nietzsche, Apollon ve Dionysos ile ilgili düşüncelerinde, ne tek başına muhayyel (hayal edilen), ne de tek başına gerçekçidir. Zamanla Apollon’dan uzaklaşan düşünürün, Dionysos’un yaşamla daha iç içe olduğunu, tüm dikotomisiyle (ikileşim) hayatın bir ahenk barındırdığını; fakat kendi düşüncesini bir dualiteyle (ikilik) eklemlendirmediği bilmekteyiz.
Müzik ile insan aklının ve ruhunun kaçınılmaz gelişimi etkisini hissettirirken (Dionysos), plastik sanatlarla da estetik zevkin oluşumu ve insanın heykeli yaratımında (Apollon) aslında kendini tanımlaması, varoluşunu keşfetmesi söz konusu olacaktır.
Normal bir insana ait, kapitalist sistemin tatminleri, üstinsan için sanatsal platformdaki yaratımları ile mümkün olmaktadır. Jaspers, Heidegger, Mayakovski, Tönnies, Otto Rank ve Rilke gibi isimlerin yer alabileceği, döneminde yaşamış kişileri etkileyen filozof 20. yüzyıl sanatını ve düşünce dünyasını derinden etkilemiştir.
Ekspresyonizm ve Kübizm
Yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıkan ekspresyonizmin (dışavurumculuk) etkisi ya da bir anlamda, kuralsızlığın kuralı akımı, öznel durumları nesnel kurallardan uzak bir başkaldırıyla ortaya koymaktadır. Özellikle resim sanatında, doğala yaklaşma düşüncesi, sadece insan istiyorsa tercih edilmeli; çizgi ve renk konusunda özgür olunmalı, görüşü hakimdir.
Joan Miro, Emil Nolde, Pablo Picasso ve Marc Chagall gibi ressamların çalışmalarında, modernleşme sürecindeki insanın umutsuzluğunu, sanayi devriminin ve Fordist sistemin yarattığı yoksulluğu görmekteyiz. Bu çığlığı bir sanat eserinde görmek, Nietzsche’nin yaşadığı dönemde, gerçekleştirmeye çalıştığı üstinsanın, buyruk tanımazlıkla ilişkisinden kaynaklanmaktadır.
Apaçık bir eleştiriye yanaşamayan veya hakikatini anlatmakta önüne set konulmuş sanatçının (kısacası özgür düşünce ortamı olmayan), sanat eserinin mimetik (taklide ilişkin) olup olmadığını; eserin beğenilmesi için mi, yoksa sanatçının kendi isteği için mi yaptığını sorgulatacaktır.
Yine 20. yüzyılda ortaya çıkan kübizm akımı da, insanın yaratım sürecine etki eden her türlü kısıtlayıcıya bir başkaldırı niteliği taşımaktaydı. Taklitten uzak ve parçalara ayrılmış çizimler, karşıtlığın uyumlu kolajları gibidir. Bu akıllara yine Nietzsche’yi getirir. O da karşıtlıktan doğan iyi ve kötünün iç içeliğini, kendi evrenimizdeki yılanların birleşmesi ve birbirini gerek enerji gerekse yeni bir ben için yemesi gerektiğini, ortaya çıkacak yaratımın anlamlı olacağını ya da daha da önemlisi, insanın varoluşsal sancılarının bir nebze dineceğini vurgulamaktadır.
Fotoğrafa doğru…
Almanya’nın ekspresyonizmini, Fransa’nın kübizmini ve sürrealizmini, İtalya’nın fütürizmini; nihilist bir yaklaşımla içlerinde taşıyan sanatçılar, en saf haliyle ve korkusuz bir yaratıcılıkla eserler verebilmişlerdir.
Bu sanatçılar, akımı benimseyip çalışmalar yapmış hatta Robert ve Sonia Delunay gibi isimler yeni bir akımın başlatıcısı olma şansını da elde etmişlerdir. Dönemi ve sonrasını etkileyen bu akımların özelliklerini incelediğimizde görürüz ki; yeniden yaratım tamlaması, ortak paydayı göstermektedir.
Tüm çıplaklığıyla estetik kuralları tanımayan, edebiyatta da grameri ve anlamı hiçe sayan Dadaizm, Avrupa ve Amerika kıtasını geniş ölçüde etkilemiştir. Burada yine Nietzsche’nin Dionysos ve Apollon ile ilgili görüşlerinden hatırladığımız, sanat eserinin bir içsel yolculuk olduğu ve onun, tanrıların nesnel hesaplarıyla oluşturulmuş mantığından ve acı çekmesini istediğini cezalandırma ya da bağışlama yoluyla coşku duyabilen figürün, insanlardan uzak tutulması gerektiğidir. Tristan Tzara ve Kurt Schwitters gibi sanatçılar, Dadaist olarak sayılabilir.
Yirminci yüzyıl sanatında, fotoğraf makinesinin icadı ve gelişimi de büyük role sahiptir. Niepce’nin 1814’de çektiği ilk fotoğraf ile, teknikten uzaklaşarak sanatsala evrilen fotoğraf sanatı, 1888 yılında Eastman’nın elde taşınabilir makineyi üretmesiyle her an ulaşılabilir olmuştur.
Modern sanat, soyut resmin ivme kazanmasını sağlamış ve fotoğrafa anlam yüklemiştir.
Nietzsche’nin 20. Yüzyıl Sanatına Etkisi
Nietzsche’nin, kendi çağına ve 20. yüzyıl sanatına derinden etki etmiş görüşlerini, gerek bestelerinde gerekse felsefi eserlerinde görmek mümkündür.
İstanbul Modern Sanat Müzesi’nin bu yıl ev sahipliği yaptığı sanatçılardan Basma Alsharif (film yönetmeni), Ouroboros filmini ve fotoğraf çalışmalarını Orada Her Kimse başlığı altında bizlerle tanıştırmıştır. Nihilist bir tarafı olan sergide, fotoğrafların müzede tek alanda sergilenmek yerine çeşitli katlara dağıtılmış olması, hem kopuk hem de bütünlükçü bir anlamı, fiziksel ortamında dahi solumamızı sağlamaktadır. Fotoğraflarda gördüklerimiz bir tarafıyla odaklanılmış gibi hissettiren, ama beyaz bir yuvarlakla fotoğraftan bağımsız olarak tamamlayıcılığı kıran da görüntülerdir. Farklı okumalarla bu sanat eseri, sahibinin istediği gibi, tüm çıplaklığıyla gerçekliğini bize sunmak yerine, eserini yorumlarken kendi realitemizi oluşturmamızı sağlayabilir.
Filmine baktığımızda ise, harabeye dönmüş, yıkılmış bir kentin yavaş yavaş bomboş bir düzlükte yeniden inşasını görüyoruz. Kadın ve erkeğin ayrışına ve tekrar kavuşmasına şahit oluyoruz. Hareketli görüntü ve kurgu bize bunları sunarken, düşünmeye başladığımızda; Nietzsche’nin var olanları yıkmanın, bireyin kendini yaratımı için fırsat sunduğunu hatırlatıyor. Gerçekten de bir şehir yıkılmıştır, fakat yıkılan belki de, düşünsel putlarımızdır.
Torino Atı, Bela Tarr
Nietzsche ile ilgili anlatılanlarda, onun bir gün bir atın sahibi tarafından kırbaçlanmasına dayanamadığını ve o esnada atın boynuna sarıldığını öğrendik. Bu atla kurduğu empatik bağ, filozof hakkında birçok şeyi de özetlemektedir. Onun sadece düşünür ve müzisyen kimliğine sahip olmadığı, başkasının acısını deneyimlediği de anlaşılmaktadır. Onun bu halinden etkilendiği düşünülen yönetmen Bela Tarr, Torino Atı adlı filminde, buradan hareket etmiş ve nihilist yaklaşımla filmini oluşturmuştur.
Bela Tarr, izleyiciye baştan sona o ata ne olduğunu sorgulatmaktadır. Aslında, çoğunlukla merak ettiği Nietzsche’ye ne olduğudur. Bela Tarr filmde atı insansılaştırmamıştır. Öyleki; filmi atın gözünden izlemek gibi bir mizansene oturtmamış olan yönetmen, felsefi sorunu alegoriden (simgesel anlatı) uzak bir şekilde ele almıştır.
Endüstri Devrimi’nin dezavantajlı taraflarından, doğayla olan bağımızın bir şekilde konfor ve gelişme adı altında unutturulması, bu durumun şiddet içeren tarafımızı pekiştirdiğini göstermektedir. Şöyle ki; insan bu değişimi isterken doğaya şiddet uygulamış ve daha geniş perspektifte, kendisi zararlı çıkmıştır. Torino Atı da şiddet ve artçılarını ele almaktadır.
Sahnelerden birinde, baba ve kızı yemek yemektedir. Fakat öncesinde, at, yemeği reddetmiştir. Bu yüzden ailenin bu hali çok da anlamlı değildir. İnsanlar ve diğer canlılar arası geçişken hatta değiştirilebilir özellikler ve görevler, filmde yemek sahnesi ve yolculuk gibi unsurlar üzerinden sinemasal dilini oluşturmuştur. Nietzsche, neden yaşadığını kendine sormayı başarabilmiş bir düşünürdür. Bela Tarr da Antalya Film Festivali’ndeki söyleşisinde (2018) tam olarak bu soruyu sormuş bir film yönetmenidir.
İnsan, film dünyasına yapımcı olmak için girmez, derken endüstriyel ve kapitalist değerleri yerle bir etmektedir. Ona göre film yapmak, insana bir ilham gibi dokunur, onu kışkırtır. Bu, hemen hemen tüm sanatlar için gerekendir. O da Nietzsche gibi, olumsuz bir dünya olarak algılamaz hayatı. Sadece değiştirmek gerektiğine inanır. İnsanın gündelik hayattaki eylemleri ne kadar rutin olursa olsun, onu bir sona hazırlamaktadır ve bu son, ölümdür. Endişe edilmemesi gereken taraf ise, insan istese de istemese de, küçük ya da büyük ölçüde dönüşmektedir.
1900’de aramızdan ayrılan Nietzsche’nin erken vedası, sadece maddesel olmuştur. Bugün, hala birçoğumuz için her şey, hiçbir şey ifade etmemektedir ya da hiçbir şey, her şeydir.