EMPİRİZM (DENEYCİLİK)
Empirizm (ampirizm), Fransızca empirique “deney ve gözleme dayanan” sözcüğünden türemiş, bilginin kaynağı probleminde, duyular aleminin varlığı ve ondan alınan duyumlar ön planda tutularak oluşturulmuş bir düşünce akımıdır.
Empirist filozoflar, genellikle bilgi edinmede zihni boş bir levhaya benzetmişler, yahut bir nevi otomatik olarak yalnızca duyumların etkisiyle hareket eden bir makine olarak ele almışlardır.
Zihnin ve insan aklının pasif tutulduğu bu akımda, bilginin ham maddeleri, süjenin bireysel deneyimleri, deneyleri ve duyuları hesaba katılarak ortaya çıkartılır. İnsan zihni doğuştan bilgi üretmekten acizdir ve zihin doğuştan boş bir levha (tabula rasa) olarak nitelendirilmiştir. Bilginin akıldan bağımsız olarak sadece deney ve duyumlardan geldiğini savunarak, aklın imkanları yadsınmıştır.
Bu düşünce akımı üzerinden gidersek; bir biliye varmak isteyen kişi tecrübe ederek, deneme yanılma yöntemiyle, aklını geride tutarak ancak nihai bilgiye ulaşabilecektir.
Deneyciliğin diğer bir açıklamasında ise, kişide doğuştan herhangi bir şekilde mantık ilkesi, düşünme yasası veya üçüncü halin olanaksızlığı ilkeleri bulunmamaktadır. İnsan zihni tamamen boş gelmektedir ve ancak sonradan öğrenerek gelişmektedir. Bu akımına göre; insanlar tamamen yaşadıkları, gördükleri ve denedikleri şeylerle tecrübe edinmektedir. Bir başka deyişle, bilginin saf hali ancak yaşanarak öğrenilmektedir.
Empirizmin ana karakteri, 17. ve 18. yüzyıl felsefesinde büyük yankı uyandıran John Locke’dur.
DEMOKRİTOS
İlk çağ felsefesinin temel problemlerinden birisi olan bilginin kaynağı ve anlamı, bu düşünce akımının da ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Buna bağlı olarak empirizm daha o zamanlarda bir epistemolojik tutum olarak belirir ve bilgiyi aklın yasalarına göre değil, nesnelerin görünüşlerine ve insan deneyimlerine göre belirleme yaklaşımı olarak şekillenir.
Sofistlerde, septiklerde ve stoacılarda belirli ölçülerde deneyciliğin izlerini bulmak mümkün olmakla birlikte duyum, deneyim ve dolayısıyla ampirik bilgiyi merkeze alan felsefi yaklaşımın izleri iki filozoftan itibaren belirginleşmektedir:
Demokritos ve Epiküros
Demokritos evrenin, daha küçüğe indirgemek gerekirse dünyanın, bir amaç ya da rastlantıya değil, zorunluluk ve bariz şekilde neden – sonuç ilişkisine dayandığını savunmuştur. Evreni, boş olan uzay ve dolu olan atomlar karşıtlığında tasarlamıştır. İşte, bu düzen içinde biçim kazanmış atomlar, yine belirli bir düzene sahip olan duyu izlenimlerine neden olmaktadır. Bu duyumlar ise, başka nesnelerin yaydığı ve ruha çarpan atomların ruhta neden olduğu değişikliklerdir ve atomların farklı biçim ve düzenine dayanırlar. Yani, var olan meydana gelmemiştir, yok da olmayacaktır, değişmezdir ve kendi kendisiyle aynı kalır.
Empirik yaklaştığımızda, birçok atomun bir araya gelmesi ile duyular oluşmuştur. Bu duyumların bilginin tek kaynağı olduğunu düşünen Demokritos için renk, ısı, tat gibi duyu izlenimlerinde, nesnel bir gerçeklikten söz edilemez çünkü nesneleri oluşturan atomlar herhangi bir duyusal nitelikten yoksundur. Bu durumda da herhangi bir şey hakkında gerçek bir bilgiye sahip olmamız mümkün değildir ve sadece algıladıklarımız sayesinde, nesneler hakkında bir fikre sahip olabiliriz.
“Tatlı ve acı, sıcak ve soğuk ve aynı şekilde renkler de yalnız geleneksel bir kanıya göre mevcuttur. Oysa gerçeklikte var olan yalnızca atomlar ve boşluktur.”
Demokritos, duyularla algıladıklarımızın hiçbirinin temelinde, gerçekliğin olmadığı düşüncesindedir ve insan, gerçekliği idrak etmekten çok uzak olduğunu bu ölçüte göre anlamalıdır, demiştir.
EPİKÜROS
Empirizmin ilk temsilcilerinden biri olan Epikür, bilginin duyumlardan geldiğini savunmakla beraber bunun ispata da ihtiyacı olduğu savını ortaya atmıştır.
Epikür kesin bir şekilde bilginin duyulardan bağımsız olarak sadece akıl yolu ile öğrenileceğini savunan rasyonalist Platon’a karşı çıkarak bütün bilgilerin kaynağında duyumların olduğunu ileri sürmüş ve sahip olunan fikir ve kavramların kendilerini de temelde duyu algılarına indirgemiştir. Bununla da kalmamış, duyumlarımız veya algılarımızın kendileri bakımından yanılmaz olduklarını söylemiştir.
Epiküros, Demokritos’un düşünceleriyle Teos’ta ve Demokritos’un bir izleyicisi olan Nausiphanes aracılığıyla tanıştığı anlaşılmaktadır. O zamanlarda Platon’un ardıllarından da dersler almıştır, fakat Platon etkisi felsefesinde çok gözlemlenmez.
Epikür’e göre; bizi çevreleyen dünya bu dünyadaki varlıklar, olaylar, doğanın kendisi ve nihayet kendimiz hakkında bilgi edinmek için elimizde duyularımızdan başka bir bilgi kaynağımız yoktur. Demokritos’un, duyuların yanlış bilgi verdiğini söyleyen akla karşı “Zavallı akıl, beni yere sermek için delillerini yine benden alıyorsun” sözünü başka bir şekilde Epikür tekrar etmiştir:
“Eğer bütün duyumlara karşı çıkarsan, elinde kendisine dayanarak bu yanlış olduğunu savunduğun duyumların yanlış olduğuna hükmedebileceğin hiçbir şeyin kalmaz.”
Ayrıca duyumlar, duyuların nesneyle doğrudan teması sonucu ortaya çıkar ve böylece nesneyi uygun bir şekilde yansıtmalarına engel olan hiçbir şeyin etkisine maruz kalmazlar. Nesne ile olan doğrudan deneyim önemlidir. Akıl ve düşünme gücü, duygulanımlar karşısında bağımsız olmayı, hazlar arasında doğru seçim yapabilmeyi, acıdan kaçınabilmeyi sağlar. Burada mutluluk ile haz arasında bir ilgi olduğu görülmektedir.
Haz
Demokritos, haz derken, “duyusal” hazdan çok “düşünsel” hazza önem vermiştir. Ona göre; mutluluğun yurdu ne sürülerdir ne de altın. Demokritos, iyi yaşam için mutluluğa (eudaiomonia) önem ve öncelik vermektedir, çünkü kendi deyişiyle söylenirse “mutluluk da ruhundur, mutsuzluk da ve ruh, mutlu-mutsuz varlığın durağıdır.”
Benzer şekilde Epiküros’un da önem verdiği şeyler zevk ve eğlenceden çok beden sağlığı ve ruh dinginliğine ulaşmaktır. Bu açıdan haz ve mutluluk konusunda benzer düşüncelere sahip olduklarını söyleyebiliriz. Ona göre; insan, mutlak ve kaçınılmaz bir zorunluluğun kölesi olamaz, kendi kaderini belirleyebilir. Elbette insan iradesi birçok içsel ve dışsal koşul tarafından belirlenmektedir, ancak insan bunlara rağmen kendi kararını verebilmekte, hatta içinde bulunduğu koşullar hakkında da kararlar alabilmektedir ve bu anlamda koşullarına mutlak anlamda bağlı değildir.
Ayrıca Epikür, yasaların bu kararları etkilemesine izin vermememiz gerektiğini de anlatır. Bunu şu sözleriyle açıkça belirtmiştir:
“Kural insan için bir hapishanedir. Çünkü insanı hapseder ve onun özgürlüğünü elinden alır.”
RASYONALİZM VE EMPİRİZM
Bilgi teorisi ile ilgilenen Epistemoloji dalının taban tabana zıt kavramları olan empirizm ve rasyonalizmin en temel farkı, bilginin kaynağındır. Rasyonalizm (akılcılık), aklı ön planda tutarken empirizm (deneycilik) deneyim, deney ve tecrübeyi ön planda tutmuştur.
Platon’un ANAMNESİS kuramında, insan her bilgiyi doğuştan biliyordur. Eğer bilemediğini düşündüğü kavramlar varsa, sadece hatırlamıyordur. Çünkü kişi doğuştan bütün bilgilere zaten sahiptir. Empirizm, rasyonalizmin temelini oluşturan Anamnesis kuramını şiddetli bir şekilde reddetmektedir. Taban tabana zıt olan bu iki kavramdan ikincisi olan empirizm ise, akılda bilgilerin var olmasından bağımsız şekilde, aklın tamamen boş bir levha olduğunu, insanın deney ve tecrübeler ile doldurabileceği savunmuştur.
Özetle empirizm deneyi, rasyonalizm aklı baz alarak hareket etmiştir.
JOHN LOCKE
Empirizmin en önemli temsilci olan İngiliz filozof John Locke, yukarıda bahsedilen zihnin boş levha (tabula rasa) olmasını ileri sürerek empirizmin temelini atmıştır.
Birçok felsefe tarihçisi, Demokritos ve Epiküros zaman kavramı olarak daha önce yaşamış ve daha öncesinde bu akımı ortaya atmış olsalar dahi, deneyciliği son ve akla daha yatkın noktaya taşıdığı için John Lock’u empirizmin kurucusu olarak kabul etmektedir.
İngiliz filozof, rasyonalizmin aklı baz alan düşüncesini çürütmek için eğer bütün bilgilerimiz doğuştan bizde var olsaydı, doğuştan gelseydi en budala yahut cahil olarak adlandırılan insanların da bu bilgilere ulaşmaları, Platon’un düşüncesiyle bu bilgileri hatırlamaları, matematik ve teoloji alanlarında, metafiziksel konularda bilgisiz bir şekilde davranmalarının olanaksız olduğunu ifade etmiştir. Locke, bu düşünceleri ile akılcılığı çürüterek bilginin tek imkanının deneyimler sonunca boş levhaya bilgiler işlemek, boş levhayı doldurmak olduğunu savunmuştur.
Locke’a göre bilginin iki kaynağı vardır.
- Birincisi, dış dünyayı duyularla tanımamızı sağlayan dış deney (duyum).
- İkincisi ise, zihnimizin çeşitli işlemlerini bize bildiren iç deneydir (refleksiyon).
Felsefede deneyimden bağımsız olan bilgiye, a priori; deneysel kanıta dayalı olan bilgiye ise a posteriori denilmektedir.
Locke’a göre bilginin meydana gelebilmesi için şu yetilere ihtiyaç vardır:
- Zihnimize gerekli tasarımları sağlayan algı,
- Zihnimize gelen tasarımları saklayan bellek,
- Tasarımları ya da düşünceleri birbirinden ayırmamıza yarayan ayırt etme yetisi,
- Tasarım ve düşünceleri birbiriyle karşılaştırmamızı sağlayan karşılaştırma yetisi,
- Bir çok tasarımı ve düşünceyi birleştirmemizi sağlayan birleştirme yetisi ve
- Benzer düşünce ve tasarımlardaki ortak ögeyi bulup çıkarmaya yarayan soyutlama yetisi.
Locke’a göre üç tür bilgi edinme yolu bulunur:
- Sezgisel Bilgi: Bu bilgi edinme yoluyla insan kendi varlığının bilgisine sahip olur. Bu tür bilgiler kesin ve sağlam bilgilerdir.
- Duyusal Bilgi: Bu bilgi edinme yoluyla insan dış dünyadaki varlıkların bilgisine sahip olur. Bu tür bilgiler kesin ve sağlam bilgi değildir.
- Tanıtlayıcı Bilgi: Tanıtlama, metallerin genleşmesini ısıya dayandırma, cisimlerin düşüşünü yer çekimine bağlama işleminde olduğu gibi, ortak terimleri bulunmayan önermeler arasında bir nedensellik bağıntısı kurma işlemidir. Bu tür bilgi edinme yoluyla da insan Tanrı’nın varlığını kanıtlar.
Göründüğü üzere Locke, akılcı düşünürlere karşı çıkmış, deneyden gelmeyen bilgileri bir yanılsama olarak görerek yadsımıştır.
DAVID HUME
Bir tarihçi ve deneme yazarı olan David Hume, bilginin yalnızca insanın her şeyi algılayabilmesi yolu ile elde edilebileceğini öne sürmüştür. Hume’un düşüncesine göre; ‘izlenmimler’ ve ‘ideler’ olmak üzere iki şekilde bilgiye ulaşılabilmektedir.
İzlenimler, duyumlar ve duygulanmalardan oluşur. Görürken, işitirken, severken ya da nefret ederken algıladıklarımız ve hissettiklerimiz bu grupta yer alır. İzlenimler canlı ve güçlüdür. İdeler ise, duyum ve duygulanımların soluk izleri veya kopyalarıdır. Bunların farkına herhangi bir izlenime yönelip onun üzerinde düşünüldüğünde varılabilmektedir.
Zihinde bulunan her şeyin tüm izlenim, kavram ve düşüncelerin temelinde, dış dünyanın duyular yoluyla algılanması vardır. Bu algılarda belli özellikler bulunduğu zaman, bunlar birbirleriyle birleştirilir. Böyle bir birleştirme faaliyetinin sonucunda ise daha karmaşık düşünceler ve bilgiler ortaya çıkmaktadır.
Hume’a göre düşüncelerin birbirleriyle birleştirilmesini sağlayan üç özellik vardır:
- Benzerlik: Buna göre, bir heykel bizi heykeli yapılan, taklit olmayan şey üzerinde düşünmeye sevk eder.
- Süreklilik: Buna göre, bir futbol takımında bir futbolcudan söz edilmesi bize başka futbolcuları düşündürür.
- Neden-Sonuç Bağlantısı: Buna göre de, vücutta oluşan bir yaranın üzerinde düşünme bizi yaranın ardındaki acıya götürür.
Bütün bilgiler nedensellik ilkesine dayanmaktadır. Fakat Hume, nedensellik ilkesinin temellendirilemeyeceğini ve bilinemeyeceğini öne sürmüştür.
Nedensellik İlkesi: Her şeyin bir nedeni vardır ve belirli koşullar altında aynı neden daima aynı sonucu doğurur.
Hume, bu ilkeye katılmaz. Ona göre; bu ilkeye ulaşabilmek için doğadaki her olayı birer birer gözden geçirip bir neden-sonuç zinciri oluşturmak gerekir. Oysa böyle bir çalışma, ne kuramsal olarak ne de pratik olarak mümkün değildir. Hume’a göre nedensellik ilkesi alışkanlıktan ibarettir. Örneğin; ateşin üzerine konan her suyun kaynadığını gördüğümüz için “Ateş suyun kaynama nedenidir” deriz. Yine A ve B olayları arasında her zaman birbirini izleyen bir ilişki gözlemlediğimiz için bu iki olay arasında nedensellik ilişkisi olduğuna inanırız. Oysa bunlar bir bilgi değil bir inanç ve alışkanlıktır.
POZİTİVİZM VE EMPİRİZM
Pozitivizm, tüm gerçek bilginin gözlem, deney ve matematiksel / mantıksal kanıt gibi bilimsel yöntemlerle doğrulanabileceğini iddia eden felsefi bir teoridir. Bu bilimsel yöntemler, akıl yürütme ve mantık ilkelerine tabi olan ölçülebilir, gözlemlenebilir ve ampirik kanıtlara dayanarak gerçekleri araştırırken somut gerçekler sağlar. Bu nedenle pozitivizm, yalnızca bilimsel ve deneysel olarak doğrulanabilir gerçekleri bilgi olarak ve diğer her şeyi varolmayan olarak kabul eder.
Genel olarak pozitivistler, insanların karşılaştığı tüm sorunların bilimsel ilerleme ile azaltılacağına veya ortadan kaldırılacağına inanarak, bilime sonsuz bir şekilde güvenirler.
Pozitivizm ve empirizm birbirine çok benzer iki akımdır. Empirizmin deney yolu ile bilgiye ulaşılabileceği düşüncesi pozitivizmde de bulunmaktadır. Empirizm, pozitivizmin temeli olarak hizmet eder. Bu iki teoriye göre, insanlar önce duyusal deneyimlerden bilgi alırlar (bu deneyciliktir). Daha sonra bu deneyim akıl ve mantık yoluyla yorumlanır (bu pozitivizmdir).
Pozitivizm eski felsefi akımların yeni bilimsel gelişmeleri açıklamakta yetersiz kalması sonucunda ortaya çıkmıştır. Metafizik olmayan bir düşünce olma iddiasıyla ortaya çıkan pozitivizm, yalnızca pozitivist metodolojiyle hareket eden deneysel bilimi dikkate alır. Empirizm için doğru ve genel geçer bilginin duyumlar yoluyla oluşan deneylerle kazanılabileceğini öne süren felsefe görüşüdür diyebiliriz. Empirist anlayışa göre; insan zihninde doğuştan getirilen hiçbir bilgi yoktur. Aslında pozitivizmin empirizmden geldiğini söyleyebiliriz. Aradaki fark şudur; empirizme göre bilgi doğuştan gelmez, pozitivizm ise metafizik unsurları göz ardı eder ve olgulara odaklanır.
FRANCIS BACON
İngiliz emprizminin başlatıcılarından sayılabilecek olan Francis Bacon, hakikatin ölçüsü ve bilginin kaynağı konusunda oldukça bilimsel bir tavır takınmış, maddeci ve mekanist bir bakış açısının savunuculuğunu yapmıştır. Bacon’a göre klasik kuram ve yöntemlerin çıkmaz denebilecek tarafları çok fazladır ve düşüncenin yeni sistem ve doktrinler çerçevesinde ilerletilmeye çalışılması esas alınmalıdır.
Bu bağlamda, özellikle ve öncelikle vahiy ve akıl birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmalıdır. Çünkü esas olan bilimsel bilgidir ve akıl ile vahyin sınırlarının birbirlerinden ayrı olarak belirlenmesi, aklın kendi doğasına uygun olarak çalışıp, bilime gerektiği gibi hizmet etmesini sağlayacaktır. Nitekim bilim, bir ilerleme gerektirir. İçeriğinde bir gelişmenin taşıyıcısı olarak kendini gösterir. Dolayısıyla bilgiyi de güç olarak kabul etmek esastır. Bilim, doğanın özünün kavranması ve evrene ilişkin açıklamalar yapılabilmesi yolundaki tek araçtır ve tam da bundan dolayı Bacon kendi zamanına kadar ihmal edildiğini düşündüğü bilime gereken önemin verilmesi gerektiğinin üzerinde durmuştur.
Doğa
Ona göre; insanoğlu doğaya egemen olmak istiyorsa, doğayı bilmeli ve onun yasalarından haberdar olmalıdır. Bunun yolu da elbette bilim yapmaktan geçer. Bacon, bunu yapma yolu olarak zihnin önyargılarını temizlemesi ve tümevarım yapması gerektiğini vurgulamıştır. Rönesansın ve onun getirdiği yeni doğa bilimi düşüncesinin etkisinde yaşayan ve düşünce üreten Bacon’ın felsefesinin ana düsturunun “bilgi güçtür” olması hiç de şaşılacak bir şey değildir. Esasen bütün felsefesinin temelinde insan egemenliği fikri vardır ve bilgiyi güç saymasının sebebi de, insanı doğaya egemen kılabilecek tek şey olarak bilgiyi görmesinden kaynaklanır.
Doğanın gücünün karşısına korkmadan çıkabilmenin yolu, Bacon’a göre bilgidir. Doğaya egemen olmanın yolu da, önce onun yasalarını öğrenmekten geçer ve bunu bize öğretecek olan da bilimdir. Bacon o zamana kadar yapılan bilimsel ve teknik birçok gelişmeye hakkını vermiş ve onları desteklemişse de, her birinin metodik anlamda sağlıklı olmadığını, aslında bir yöntem çerçevesinde değil de, tesadüfen gerçekleştiğini öne sürmüştür.
Tümevarım
Bacon’un tümevarım anlayışının bilinen tümevarım anlayışından farkı, basit anlamda bir yasa koymaması, iki olay arasındaki ilişkiyi bulmaması, bir kavramla kendi içinde uğraşmasıdır ve Bacon’un bu yeni tümevarımının birtakım kuralları vardır.
Birinci kurala göre, algılardan genel kavramlara yükselmek ve buradan da orta terimi bulmak hızlı bir şekilde yapılmalıdır. İkinci kural göre ise, tek tek olgulardan önermelere giderken acele genelleme yapılmamalıdır, tam tersine oldukça ağır gidilmelidir. O, önceki felsefi fikirleri reddederek ağır ağır kendi yeni felsefesini geliştirirken, olguları çıkış noktası olarak almış, olgulardan yola çıkarak güvenilir ve tümel önermelere ulaştıran bir yöntem bulmaya çalışmıştır. Bu da onu, bir tümevarım yöntemi teorisi geliştirmeye ve bu yöntemi açık olarak kavramaya yöneltmiştir. Bu bakımdan Bacon, modern mantığın kurucusu olarak kabul edilebilmektedir.
Bacon’ın bilimsel yöntem olarak öne sürdüğü tümevarımsal yöntemi, gözlem ve olguların toplanması, bunlar üzerinden sonuçlara gidilmesi yaklaşımını içerdiğinden, empirizm düşüncesinin temel yöntemsel yaklaşımına yön vermiştir. Bacon’a göre bilim, nedenlerin keşfedilmesi uğraşıdır. Nesnelerin biçimsel nedensellikleri onların fiziksel niteliklerinden ileri gelir ve tümevarımsal yöntem bu nedenselliklerin ortaya konulup bilgiye ulaşılmasının yöntemidir.
SANSUALİZM
Sansüalizm, santimantalizm, sansasyonalizm, sansasyonizm veya duyumculuk, bilginin temelinde duyumların bulunduğunu öne süren öğretidir.
John Locke’un empirik düşüncelerinden fazlasıyla etkilenen ve benimseyen Fransız filozof Condillac, sansüalizm (duyumculuk) düşüncesini geliştirmiştir. Sansualizm düşüncesinin temelinde, zihnin boş levha (tabula rasa) olarak görülmesi yatmaktadır. Sansüalizm ya da duyumculuk, bilgilerin usun ürünü olduğunu savunan akılcılık öğretisine karşıt bir öğretidir. Bilginin deneyden geldiğini savunan empirizm ise, duyumcu bir temel üzerinden yükselmiştir. Duyumculuk, Antik Çağ Yunan düşüncesinin temellerini oluşturan epistemolojik problemlerle başlar. Protagoras’a göre, bilgimizin tek kaynağı duyumdur. Duyumlarımızın dışında başka hiçbir olguyla bilgi edinilemez. Bunun içindir ki ilk nedeni araştırmak boşunadır.
“İnsan her şeyin ölçüsüdür.”
Demokritos ve Epikuros gibi düşünürler de bu kanıdadırlar. Sansüalizm temelde maddeci bir öğretidir ve nesnel bir gerçekliğe dayanır. Çünkü, duyumlar, dış dünyanın nesnel gerçekliğin imgeleridir. Bilgi kuramının ilk ve sağlam kanıtı, bilgilerimizin kaynağının duyumlar olduğudur. İkincisi; duyumlar insana nesnel gerçeği bildirir. Üçüncüsü; sağlam ve kuşkulanamaz: Nesnel gerçek maddesel yapıdadır.
HEYKEL ADAM
Condillac’ın “heykel adam deneyi” olarak da bilinen düşünce deneyine göre; içeriden organize edilmiş, bizim gibi yaşayan fakat mermerden kabuğu dolayısıyla duyum alamayan bir heykel tasarlanır. Bu mermer kabuğun çeşitli parçaları kaldırıldıkça, heykel düşünsel ve manevi hayata kavuşacaktır. Mermer kabukta önce, koku alma organını örten parça kaldırılır. Mermerden heykel, bu andan başlayarak yalnızca kokuları algılayabilir. Heykelin yanına bir gül yaklaştırıldığında, onda gülden aldığı izlenimin sonucunda bir duyum meydana gelir. Heykel, bu düzeyde duyum alan bir varlık olarak kendisini henüz bilemez. Onun benliği, bilinci, şimdilik yalnızca gül duyumundan ibarettir. Gül, heykelin yanından uzaklaştırıldığında, heykelde algılamış olduğu kokunun bir izi, bir yankısı kalacaktır ki bu da bellektir.
Heykelin yanına sonradan bir sümbül, bir papatya ve pis kokan bir bitki yaklaştırıldığında, heykelin ilk ve tek duyumu olan gül kokusu, onun için ne hoş, ne de nahoştu. Gül deneyiminin belirsiz olmasının sebebi ortada yalnızca tek bir duyum olmasıdır. Çünkü heykelin dünyası gül kokusundan ibarettir ve gül duyumuyla karşılaştırılabilecek başka hiçbir şey yoktur. Yeni çiçeklerin ortaya çıkmasıyla birlikte, heykel bunları, belleğin kendisine anımsattığı ilk duyumla karşılaştırma imkanı bulabilmektedir. Artık heykel, bu duyumlardan bazılarını hoş, bazılarını nahoş bulmaya başlar. Yani, heykelin aldığı duyumlardan ve bu duyumların karşılaştırılmasından tercihler, istekler ve tutkular doğar. Çünkü istemek demek, arzu etmek demektir. Bu da duyumların bir sonucu olarak iradenin ortaya çıkmasıdır.
Karşılaştırmadan, yani birkaç duyumdan ayrıca yargı, düşünme, akıl yürütme, soyutlama ve sorgulama gibi tüm zihinsel faaliyetler doğar. Kokuların hepsinde farklı hisler deneyimlemiştir. Bu deneyimlerin sonucunda heykel birçok duyumda sergilenen ortak özellikler olarak haz ve elem duygularını belleğinde saklayacaktır. Haz, gül duyumunda, sümbül, papatya duyumunda ortak olan bir özellik, temel bir niteliktir. Elem ya da acı ise, pis kokan çürümüş şeylerle ilgili duyumlarda ortak bir özelliktir. Heykel, bu ortak özellikleri bağlı bulundukları özel durumlardan ayırt eder. Onları ayırır, soyutlama yapar ve böylelikle haz, acı, sayı, süre gibi soyut kavramları elde eder. Bunlar, genel fikirlerdir. Genel fikirleri açıklamak için özel bir yetiye gerek yoktur. İnsan zihninin en yüksek fonksiyonu olan soyutlama, ruhun tüm yetilerini içeren ve özetleyen duyumun bir devamı ya da yalnızca şekil değiştirmesidir. İç deneyim ya da benlik ise, duyumların ürünü olup şimdiki duyumlarımızla belleğin bize anımsattıklarının toplamından başka bir şey olmamıştır.