Joachim Trier ve Oslo 31 Ağustos
Joachim Trier, Reprise (2006) ile adını duyurmayı başarmış, varoluşçu felsefenin Norveç sinemasında yükselen değerlerinden biri.
Trier’in Fransız yazar Pierre Drieu La Rochelle’in Le Feu Follet adlı romanından esinlenerek çektiği Oslo 31 Ağustos, 2011 Cannes Film Festivali’nde prömiyerini yaptı. Film aynı yıl, Stockholm Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü’nü ve 2012 İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanarak dikkatleri üzerine çekmeyi başardı.
Film, madde bağımlısı Anders’in, temizlenme süresince kaldığı rehabilitasyon merkezinden iş görüşmesi için bir günlük ayrılışı ve Oslo’ya yeniden gidişiyle başlıyor. Ve film Anders’in izinde, Oslo şehri; ailesi, eski dostları, eski sevgilisi, hataları ve kendisi ile yüzleşmek zorunda kaldığı bir dünya ağrısı betimlemesine evriliyor.
Açılış Sahnesi
Oslo’nun kendine has mimarisine ve şehir yaşamına ait kesitlerin, geçmişe özlem duyulan ve melankoliden beslenen diyaloglar ile güçlendirildiği açılış sahnesi, yine Oslo’nun simge mimarilerinden biri olan Philips binasının yıkılışıyla son buluyor.
Bu sekans, film boyunca kentten ayrı düşünülemeyecek olayların mekansal özelliklerini vurgularken, aynı zamanda filmin duygusal atmosferinin nasıl olacağı konusunda da bize fikir veriyor. Anders’in, hikayenin başında başarısızlıklıkla sonuçlanan, seyirciyi tepkisiz bırakan vurucu intihar girişimi, felsefenin temel problemi olan “hayat yaşamaya değer midir?” sorusunu arka plana yerleştirerek varoluşçu havayı filmin tamamına ustalıkla yaymayı başarıyor.
Şehre dönüş
Anders’in şehre dönüşüyle birlikte, uğradığı eski dostu ile yaptığı sohbet, içinde bulunduğu çıkmazları daha da derinleştiriyor. Eski dostu, Anders’in hayatta birçok iyi iş çıkardığını, yeniden üretmeye devam edebileceğini söylemesine karşın Anders, yaptığı hataları affetmeyerek, her şey güzel olacak romantizmini reddediyor.
Sonuçları ne olursa olsun, bunun kendi kararı olacağını söyleyen ve kendisiyle yüzleşen Anders’in, yaşamını devam ettirmek için o ana kadar sahip olduğu belirsiz umut ve yardım beklentisi karşılık bulamıyor. Hayata karşı geç kalmış olduğunu, hiçbir şeyin eskisi kadar kusursuz olmayacağını, hiçbir şeyin kendisini beklediği kadar tatmin etmeyeceğini anlayan Anders’in, bu noktada hayatın yaşamaya değer olup olmadığı konusunda dile getirmediği kararı şekillenmeye başlıyor.
Bu karar, Anders’in orta-üst sınıf bir aileden gelmesi ve entelektüel bir kişiliğe sahip olmasının yanı sıra, hayatının her anında yakaladığı yüksek standart sayesinde kişiliğini yansıtan mükemmeliyetçi özelliğinin, kendisinde sürekli bir depresyon hali yaratmasından kaynaklanıyor. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmadığı/olamayacağı için Anders, çabalamaktan vazgeçiyor. Anders’in bu kararı, başlangıçta iyi giden iş görüşmesinin, bir anda tersyüz olması ve ısrarcı vazgeçişiyle birlikte belirginleşiyor.
Anders ve Oslo
Trier, sonraki sekansta Oslo sokaklarını izleyiciye tekrar hatırlatarak karakter ve mekan arasındaki ilişkiyi daha da derinleştiriyor. Anders, yaşamı deneyimlediği Oslo şehri ile tekrar temas etmeye ve ona tutunmaya çalışırken, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağını tekrar tecrübe ederek, kendisine ve hayata karşı olan acımasızlığını yeniden üretiyor. Bir tarafta Anders, Oslo ile tekrar bir ilişki kuramıyor; diğer tarafta ise, artık eskisi gibi olmayan Oslo şehri buna izin vermiyor.
Bir bütün olarak değerlendirildiğinde, kapitalist sistemin doğurduğu sosyal sonuçların da filmin varoluşçu atmosferine etki ettiği görülüyor. Sistem, bütünden bir kez farklılaşan bireyin sisteme tekrar adaptasyonuna bir noktada izin vermiyor. Kapitalist düzenin getirdiği tektipleştirici ve farklılaşmaya izin vermeyen yapı, farklı olanı dışarda tutarak bütünün dışındaki konumlanmayı sistematik bir hale getiriyor. Bu açıdan bakıldığında Anders de, şehre gelişiyle birlikte yeni bir adaptasyon sağlamaya çalıştığında başarısız oluyor.
Bu süreçten sonra, ne katıldığı parti ne de tanıştığı yeni kadın Anders’e keyif veriyor. Aksine, tüm bunlar hayata tutunamayışını güçlendiriyor. Trier burada, umut ilkesinin başarısızlığını ortaya koyarken, romantik klişelerden ve yeniden doğuş fikrinden kaçarak Anders’in karakteristik yapısı ve eylemleri arasındaki ilişkiyi herhangi bir soru işareti bırakmadan doğrudan yansıtıyor. İyiye gidiş mottosuna fırsat vermeden, soğuk ve kararlı bir şekilde olanı yansıtan Trier, alışılmayanı ortaya koyma cesareti göstererek filmdeki tutarlılığı korumayı başarıyor.
Varoluş Sancısı
Trier’in arka plandaki varoluş sancısını ön plana çıkartarak işlediği kafe sahnesi, Anders’in toplum karşısında nasıl konumlandığını yeniden gündeme getiriyor. İkili sohbetlere odaklanan sahne, bireyin öznel gerçekliğini bulması ve kendisini gerçekleştirebilmesi için mutlak idealin peşinden gidilmesine ilişkin kolektif bir inanışı ironik bir şekilde eleştiriyor.
Çocuklarının kreş kayıt prosedüründen, gençlerin bir müzisyeni alay konusu yapmalarından, kötü giden ilişkilerinden bahseden insanların sohbetlerin dinleyen Anders, insanların bu dünyaya özgü ideallerinde, sahip olmak istediklerinde, sevilme ihtiyaçlarında kendini bulamıyor. İdeallerin kolektif bir biçimde yüceltildiği bu sekansta Anders, normal olandan sapmayı yeniden tecrübe ediyor.
Affetme/kapatma/son verme gibi, hayatı anlamlandırışı, hayata tutunuşu ve hayatta var oluşu simgeleyen eylemler, Trier’in kurgusunda politik bir anlamlandırma sürecine dahil oluyor. Anders’in affetme çabası, sistemin bu girişimi baskıcı bir refleksle yok saymasına neden oluyor. Sistem, affetme aracılığıyla kendini kabul ettirmenin karşılıksızlığını ve bütünün dışında kalanın değersizliğini vurgularken, Anders bu baskıcı reflekse karşı asker selamı vererek bu durumu ironikleştiriyor.
Anders’in, eski kız arkadaşına filmin başlangıcından sonuna kadar ulaşma girişimi de, hayatı anlamlandırma çırpınışını ve bu çırpınışın sonuçsuz kalışını temsil ediyor. Tekrar eskiye dönüş arzusu taşıyan Anders, bunu gerçekleştirebilmek için en güçlü duygu olan aşka sığınıyor. Her şeyin önüne geçen aşk duygusu ile kendini tekrar bulabilmeyi amaçlayan Anders’in bu girişimi her deneyişinde olumsuz sonuçlanıyor. Son sahnede, hayatı anlamlandırma çırpınışı tümüyle karşılıksız kalan Anders, adeta kendini alıntılayarak, nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, kendi verdiği kararın arkasında duruyor.
Son olarak, ünlenen kafe sahnesine ait kesiti paylaşıyorum. Fakat, Oslo 31 Ağustos filminin bir bütün olarak değerlendirildiğinde kafe sahnesinden çok daha fazlası olduğunu belirtmekte fayda var.