Bu yazıda, Osmanlı’dan günümüze uzanan arkeoloji serüvenimizi ele alacağız. Fakat mesele sadece toprak altındaki objeler değil, mesele bu coğrafyada kimlik, aidiyet ve hafıza nasıl inşa edilir. İşte, asıl konu bu. Yani hep söylediğim gibi insanlarla değil, kavramlarla uğraşacağız.
Arkeoloji, yalnızca akademik bir alan değil, bir medeniyetin kendine dönüp bakma biçimi, geçmişini nasıl sahiplendiğini gösteren bir ayna. II. Abdülhamid’in devlet politikası olarak arkeolojiye yaklaşımından başlayıp Osman Hamdi Bey’in cesur ve vizyoner adımlarına, Cumhuriyet’in “medeniyet inşası” anlayışına, Göbeklitepe gibi devrimsel keşiflere ve bugünkü sorunlarımıza kadar uzanan bir tarihi ele alacağız.
Çünkü bu hikâye sadece geçmişe değil, geleceğe de sözler söylüyor.

Osman Hamdi Bey: Kurucu Akıl ve Pratik Devrim (1881)
1881’de Müze-i Hümayun’un başına geçen Osman Hamdi Bey, sadece bir müzeci değil, aynı zamanda kültürel bir devrimcidir. 1884’te çıkardığı Âsâr-ı Atîka Nizamnâmesi, Osmanlı topraklarından eser kaçışını sınırlayan ilk ciddi hukuki adımdı. Aynı zamanda arkeolojiyi sadece Batı’nın oyun alanı olmaktan çıkarıp, yerli bir bilinç alanına dönüştürmek istedi. Bugün hâlâ yürürlükte olan yasa metinlerinin temelinde onun izi vardır.
Bu işte aslan payı tereddütsüz II. Abdülhamid’e aittir, tarafsız bir şekilde analiz edildiğinde o çok ileri görüşlü bir devlet adamıdır.


II. Abdülhamid’in Arkeolojiye Devlet Vizyonu
II. Abdülhamid, arkeolojiyi salt bir akademik alan olarak değil, stratejik bir devlet politikası olarak değerlendirdi. Osman Hamdi’ye açık destek verdi. Kazı bölgelerinin belgelenmesini, müzelerin genişletilmesini ve yerel yöneticilerin bu sürece dahil edilmesini sağladı. Bu yaklaşımıyla Osmanlı’nın da bir hafıza coğrafyası olduğunu dünyaya duyurmak istiyordu. Kurduğu İstanbul Arkeoloji Müzesi günümüzde bir otoritedir.

Cumhuriyet’in İlk Kazı Hamleleri ve Kimlik İnşası
Cumhuriyet kurulduğunda, arkeoloji artık sadece bilim değil, bir kimlik inşası aracıydı. Atatürk, özellikle Alacahöyük kazılarını bizzat destekleyerek bu sürece yön verdi. Anadolu’nun geçmişi, yeni rejimin kültürel temellerinden biri haline geldi. Bu dönemde arkeoloji, “Batı uygarlığına erişme” değil, “Anadolu’yu tanıma ve tanıtma” biçiminde yeniden konumlandı.


Göbeklitepe: Sessiz Devrim, Geciken Sahiplenme
1995’te keşfedilen Göbeklitepe, sadece Türkiye için değil, insanlık tarihi için bir kırılmaydı. Yerleşik hayatın çok daha erken başladığını kanıtladı. Fakat bu devrimsel keşif bile önce yabancıların ilgisini çekti, daha sonra devletin sahiplenmesini sağladı. Göbeklitepe’nin hikâyesi, bizim geçmişimizle olan gecikmiş yüzleşmemizin en büyük sembolü oldu.

Akademikleşme ve Üniversitelerin Rolü (1950 sonrası)
1950’lerle birlikte arkeoloji akademik bir kimlik kazandı. Ankara ve İstanbul Üniversitelerinde kürsüler kuruldu. Yerli arkeologlar sahaya çıkmaya başladı. Ancak yabancıların domine ettiği alanlarda hâlâ “gözlemci” konumundaydık. Bugün bile bazı alanlarda anlatının sahibi biz değiliz.


Eser Kaçakçılığı ve Kimlik Yağması
Osman Hamdi’nin yıllar önce önlemeye çalıştığı tehlike bugün hâlâ sürüyor. Pergamon Altarı Berlin’de, Truva hazineleri St. Petersburg’da… Bu sadece kültürel değil, stratejik bir kayıptır. Hafızamız dışa aktarılmış, geçmişimiz parçalanmıştır. Geri alma çabaları yetersiz, sesimiz ise dünya nezdinde çoğu zaman cılız.

Müzecilikte Başarılar ve Tıkanan Alanlar
Anadolu Medeniyetleri Müzesi ve İstanbul Arkeoloji Müzesi gibi kurumlar dünya standartlarında işler çıkarırken birçok yerel müze ya atıl durumda ya da depo işlevi görüyor. Müzecilik bir “eser sergileme” işi değil, aynı zamanda bir anlatı üretme meselesidir. Bu alandaki farkındalık çok sınırlı. Etrafınıza bir bakın antik kentler ne durumda? Ne kadarına ulaşıyoruz? Ne kadarını biliyoruz?


Toplum-Arkeoloji Uçurumu
Toplumun arkeolojiye hâlâ uzak olduğu bir gerçek. Tarihsel miras sadece akademisyenlerin konusu gibi algılanıyor. Popüler kültürün bu alanı işlememesi, eğitimdeki eksiklikler ve medyada derinliksiz anlatımlar halk ile bilim arasında ciddi bir boşluk oluşturuyor. Burdur’daki Sagalassos Antik Kenti bizim geçmişimiz; Isparta’nın Yalvaç ilçesindeki Psidia Antik Kenti, bize dair bir hazine ve sahip çıkılıp geleceğe aktarılması gereken bir miras.

Siyaset ve Arkeoloji Arasındaki Gerilim
Arkeoloji zaman zaman siyasetin gösteri alanına dönüşebiliyor. Bazı projeler abartılı biçimde sunulurken bazı tarihsel değerler göz ardı ediliyor. Fon dağılımı, kazı izinleri gibi konular bilimsel etiği zorluyor. Kazılar bazen bilimi değil, prestiji hedefliyor.


Yeni Yüzyılda Ne Yapmalı?
Arkeoloji artık sadece geçmişi kazmak değil, bugünü inşa etmenin bir yolu olmalı. Bilimi topluma açan, geçmişi doğru anlatan, estetikle desteklenmiş, dijitalle güçlendirilmiş bir vizyona ihtiyaç var. Kazıyı yapan kadar anlatan da kıymetli. Eserin nerede olduğu kadar, kimin hikâyesini anlattığı da önemli.
Son Söz
Osman Hamdi Bey’in fırçası, Abdülhamid’in devleti, Atatürk’ün vizyonu arkeolojiye yön verdi. Ama bugün sıra bizde. Göbeklitepe’nin altındaki taşları kazdık, ama üstündeki anlamı yeterince okuyamadık. Arkeoloji, sadece geçmişle ilgili değildir; topluma neyi miras bıraktığını anlatma şeklidir.
Ve artık şunu sormanın vakti geldi: Tarihi korumak yetiyor mu, yoksa anlatmak mı asıl görevimiz? Cevap, sadece kazıda değil; zihinde ve dilde gizli. Kapatırken tekrar söylüyorum; İnsanlarla değil, kavramlarla uğraşmak lazım.

Yeni yazılarda buluşmak üzere…
Not: Görseller temsilidir.
Kapak Fotoğrafı: Photo by Trnava University on Unsplash