Victor Hugo’nun başyapıtı Sefiller, sadece özetlense yeni bir kitap yazılır. Bu yüzden kendi üslubumla, bu kitaptan çıkarılacak dersler üzerine yoğunlaşmak istedim.
‘Benim mutluluğa hakkım yok bayım, ben bir sefilim! Benim kaderim, kara harflerle alnıma yazılı…’
Sefalet… Bir kelimenin bu kadar yükü taşıdığı henüz görülmemiştir şu içler acısı dünyada. Ve Jean Valjean… Daha önce hiçbir roman karakteri bu kadar erdemli bir hırsız olmadı şu kokuşmuş dünyada.
Ve sefaleti, uzaklardaki kızına para göndermek için saçlarını kestiren sefil bir annenin, Fantine’nin sözlerinden anlayalım:
‘Yavrum artık üşümeyecek. Onu saçlarımla giydirdim.’
Kitabımızın ana karakteri olan Jean Valjean, açlıktan kıvranan iki yeğeni için fırıncıdan ekmek ister. Ancak kalbi bir kayanın içi kadar sertleşmiş fırıncımız bir ekmeği çok görür adamcağıza. Jean da çaresiz çalar ekmeği ve yakalanıp hapse atılır. Adaletsiz bir adaletin kurbanı olmuştur. Adalete dayanmayan yasaların boyunduruğunda.
’14 yaşımdayken karnımı doyurmak için bir parça ekmek çaldığımda beni zindana attılar ve orada tam 6 ay bedava ekmek verdiler. Hayatın adaleti budur.’
İşte, tam bu noktada hukukun ve adaletin o yıllardaki uygulanışına sağlam bir yumruk vurur Victor Hugo. Halkı sefalete giriftar edip sonra da açlıktan ekmek çalanları hapse atanların aynı kişiler olmasından yakınır, romanın karakterleriyle.
Hugo’nun içsel varlığımız olan ruhumuzu bedenizimden üstün tutan yaklaşımı romanın her yerinden belli belirsiz fışkırıverir. Ama Jean Valjean’ı, Jean Valjean yapan o büyük dersi veren piskoposun, erdem kokan kelimeleri kadar da akıcı ve nasihat edicidir çoğu kez:
‘Hırsızlardan, katillerden asla korkmayalım. Bunlar dışarıdan gelen küçük tehlikeler. Biz kendimizden korkalım. Önyargılar, işte hırsızlar; günahlar, işte katiller. En büyük tehlikeler içimizde. Bedenimizi ya da kesemizi tehdit edenin ne önemi var? Sadece ruhumuzu tehdit edenden korkalım.’
‘Sadece bedenleri, şekilleri, görüntüleri sevenlere ne yazık! Ölüm her şeyi yok edecek. Ruhları sevmeyi deneyin, onlara yeniden kavuşursunuz.’
Jean Valjean, kendisini kimsenin tanımadığı bu küçük kasabaya gittiğinde tamamen değişmiş, o iki küçük çocuğu ateşlerin arasından kurtardıktan sonra adeta tamamen farklı biri oluvermişti. Hayatının geri kalanını artık muhtaç ve düşkünlere, yani o ağır kelimenin tarifi imkansız külfeti altında ezilenlere, yani sefillere yardım etmeye ayıracaktı. Çok çalıştı, zengin oldu, halka durmadan yaptığı iyiliklerle öylesine sevildi ki, en sonunda kral tarafından belediye başkanı ilan edildi. Yani Jean artık zirvedeydi.
Hani bir söz vardır; en çok korkanlar en yüksekte olanlardır, çünkü en çok kaybedecek şeyi olanlar onlardır diye. İşte, tam da zirveye çıkmışken düşecek ve her şeyini kaybedecek bir ikilem arasında kalır Jean. Ya kendisi sanıldığı için ömür boyu kürek cezasına mahkum edilecek birini kurtaracak ve her şeyini kaybedecektir. Ya da sesini çıkarmadan belediye başkanlığına devam edip yüzlerce fakir yoksul ve muhtaç insana yardım etmeye devam edecektir. Ama denklemin her iki yanında da eşit bir birim varsa, o da mutlaka birilerine yardım etmektir. Kendine değil, sefaletin pençesindeki insanlara odaklanmıştır Jean Valjean.
Bunları düşünürken o gece aklına, yıllar önce bir gardiyanın şu sözleri geliverir birden:
‘Kötülük yapmak kolaydır Jean, zor olan iyilik yapmaktır.’
Zoru seçer Jean. Ve ne olduysa ondan sonra olur zaten. İşte, burada Hugo’nun bir başka eleştirisi vardır. İnsanın her zaman kolay yolu seçtiğini gözler önüne serer Hugo. Öyle değil mi, çoğu zaman zor olanlara kolay olanı tercih eden biz değil miyiz? Çalışmak yerine tembelliği, yardım etmek yerine sadece bir iki kelimeyle ah vah etmeyi, özür dilemek yerine daha çok kırıp dökmeyi seçen bizler değil miyiz çoğu zaman?
Pekiyi, kapitalizmin durup dinlenmeden, nefes dahi almadan bizlere hedef olarak gösterdiği mutluluk kavramını hiç düşündünüz mü? Mutlu ol, yeter. Sadece mutlu ol. Ne yaparsan yap, mutlu ol. Yaptığın başkasının mutluluğunu engellesen bile…
Diyeceksiniz ki; mutlulukla kapitalizmin ne ilgisi var? Eğer mutluluk denen şeyin bize olan getirisini bu kadar tanrısallaştırmayı başaramasalardı, mutlu olmamız için o kadar şeyi bize satmayı nasıl başarırlardı sanıyorsunuz. Bugün neredeyse hiçbir şeyi sadece ve sadece ihtiyacımız var diye almıyoruz. Tüketen ve sonucunda kendisi de tükenen insanlardan oluşan bir yıkım ekibiyiz adeta.
Oysa sorumluluk ve üretkenlik kavramları öyle kirli gösterildi ki bize. Gerçek mutluluğun insana ne denli bir haz verdiğini, tek günlük çalışmayla o sorumluluklarını yerine getiren bir babanın, ruhunun en derininde hissettiği tarifi imkansız tatmin ve mutluluk duygusunu çok başka adreslerde arar olduk. İşte Hugo da buna değinerek şöyle diyordu eserinde:
‘Mutlu olmak ne korkunç bir şey! İnsan halinden nasıl da memnundur! Bunun kendisi için yeterli olduğuna nasıl da inanır! Yaşamın yanlış hedefi olan mutluluğa yönelirken, gerçek hedef olan sorumluluk nasıl da unutulur.’
‘Mutluluk, elde etmek için peşinden koşulacak ve sonra da kaybetmemek için çaba sarf edilecek bir şey değildir. Mutluluk; senden bağımsız olarak, istediği zaman gelir ve dokunur sana. Önemli olan, o eşsiz temas anının tadını çıkarmayı akıl edebilmektir.
Gerçekten de Michael J. Hart’ın ‘Dünya Tarihine Yön Veren En Etkili 100 İnsan’ adlı kitabına bakanlar bilir, dünyanın gelmiş geçmiş en etkili insanlarının hiçbiri hayatı boyunca mutluluk peşinde koşan insanlar değildir. Aksine, hepsi kendi sorumluluklarını asla aksatmayan ve bunun erdemini bilerek yaşayıp hayatlarını bu sorumlulukları üzerinde bina eden insanlardır. Ancak bunu Hitler olmak için de, Mandela olmak için de kullanabilirsiniz. Bu artık kişinin ısırgan otu mu yoksa nazende bir karanfil mi olduğuna kalmıştır. Ancak her iki yolda da yöntem aynıdır: Sorumluluklarını geçici mutluluklarına feda etmemek.
Kitabın değeri sadece böyle nasihat eder mündemiçinde değil, bizi biz yapan duygularımıza verdiğimiz tepkileri analizinde de yatar biraz.
‘Bütün acı çekenlerin yaptıklarını yaptı. Nereye gittiğini bilmeden, sokaklarda serseri serseri yürümeye başladı.’
Çok acı çeken biri… Herkes hayatında bir kere de olsa tatmıştır bu duyguyu.
En büyük acıların da kaynağını buluruz bu dev eserde.
-Durumu nasıl doktor?
-Hastanız çok hasta.
-Neyi var?
-Her şeyi var ve hiçbir şeyi yok. Bu adam kesinlikle çok sevdiği birini kaybetmiş. İnsanlar bu yüzden ölebilirler.
Çoğu kez insanların değişmeyeceğini düşünürüz. Ancak Ord. Prof. Dr. Ali Fuad Başgil’in de dediği gibi, değişecek huylar vardır, değişmeyecek huylar vardır. Alışkanlıklarımızla elde ettiğimiz huylarımızı gene alışkanlıklarımızı farklılaştırarak değiştirebiliriz.
Piskoposun Jean Valjean’ı nasıl değiştirdiğine bakarsak daha net anlarız bu olguyu. Evine kim olduğunu önemsemeden alıp yedirip giydirdiği ve rahat bir uyku almasını sağladığı Jean, gümüş takımlarını çalıp da polisle geri getirilince, Jean’ı polise şikayet etmemiş, üstüne bu gümüşleri hediye etmişti kahramanımıza. Ve şu cümlelerle tüm romanın geleceğini etkilemişti:
‘Jan Valjean, kardeşim, artık siz kötülüğün değil,iyiliğin tarafındasınız. Sizin ruhunuzu satın alıyorum bu gümüşlerle. Sizi karanlıklardan, günahlardan arındırdım ve Tanrı’ya emanet ettim.’