Dilbilimci Peter Howarth’a göre, akıcı bir İngilizce için 1500 kelime bilmek ve bunun 1000 tanesini aktif olarak kullanmak gerekiyor. Türkçede kelime sayısı 80.000 – 100.000 arasında. Bizim günlük dilde kullandığımız kelime sayısıysa 400’ü geçmiyor.
Ne yani, şimdi İngilizler konuşarak bizden daha mı iyi anlaşıyor? Dilleri bizden daha mı zengin? Bunun ne anlama geldiği dilbilimcilerin işi. Benim işimse, basit tespitlerle elimizdeki kartları nasıl kullandığımız.
Kısıtlı kelime sayısı ile hareket ettiğimiz bariz bir gerçek. Bu konuda okuduğum bir araştırma, günlük dildeki kelime kullanımında Almanların açık ara önde olduğunu gösteriyordu (günlük konuşma dilinde 2000 kelime). Acaba kullandığımız kelime sayısının kendimizi ifade etme üzerinde bir etkisi var mı? Ben olduğunu düşünüyorum ve bunun da bizi olumsuz etkilediğine inanıyorum.
Kurumsal dünyada gerçekleştirdiğim, içinde bulunduğum ve yönettiğim birçok toplantıda, konunun özüne inememek, karşılaştığım en büyük ve neredeyse tek problemim oluyor. Birkaç cümle ile basit şekilde ifade edilebilecek problem ile ilgili olarak; uzun uzun nedenlerini, oluşumunu, nasıl bu hale geldiğini, süreçleri vs. konuşuyoruz. Sorunun kaynağına inebilirsek (inmeyi başarabilirsek) çözüm neredeyse kendiliğinden ortaya çıkıyor. Başaramazsak, daha büyük başka bir sorun ile karşılaşıyoruz.
Demiştim ya, sorunun kaynağına inmek için hangi dolambaçlı yolu seçeceğimize karar vermek gibi.
Sosyal hayatın içinde de durum pek farklı değil. Eğer karşılıklı konuşma bir sorunun etrafında dönüp duruyorsa asıl sorun, o sarmaldan çıkmak oluyor. Enerjimizi çözüme değil, daha çok kendimizi ifade etmeye harcıyoruz. Her zaman duymaya alışık olduğumuz cümleler ise; sözümü kesmezsen, lütfen yüksek sesle konuşma, şunu anlatmama izin ver, sen benim konuşmama müsaade etmiyorsun ki, anlatamadım galiba, bak tekrar söylüyorum, sen beni dinlemiyorsun, biraz sakinleşir misin…
Sessizlik gümüşse sukut altındır, diye bilmemize rağmen bir türlü sakin kalmayı beceremiyoruz. Konuşmak istiyoruz çünkü kendimizi ifade ettiğimizde karşı tarafın bizi “net” bir şekilde anlayacağı gibi hatalı-kaynağı belli olmayan bir inancımız var. Susmak ise bizde pasiflik, sinmişlik, geri çekilmişlik olarak algılanıyor. Maalesef ki toplumumuzda, (görünen o ki) önce susarak, ardından dinlemeye başlayarak değil de, konuşarak anlayabileceğini düşünenlerin sayısı hayli arttı.
Bugün on madde değil, sadece 4 maddede Lao Tzu’nun çok basit ve bir kadar derin felsefesini açıklayarak günlük telaşlarınızda sizi fazla konuşmadan alıkoymaya çalışacağım.
Lütfen konuşmadan önce DÜŞÜNÜN!
Gerekli mi?
Eğer bunu kendinize sormazsanız, zihniniz kendince kullandığı kelimeleri harcamak için bekleyip gerekli gereksiz ayrımı yapmadan çalışacaktır.
Konuşmadan önce, söyleyeceğiniz şeyin gereği olup olmadığını düşünmek, son zamanlarda benim hayatımı kurtaran bir tutum oldu. (Meğer karşı taraf için gerekli olmayan ne çok şey söylüyormuşum.) İçime atmıyorum, söylemezlik yapmıyorum, geri çekilmiş olmuyorum, sadece düşünüyorum: Bunu söylememe gerek var mı?
Eğer gereği olduğunu düşünüyorsam, sıradaki maddeye geçiyorum.
Gerçek mi?
Eğer söyleyeceğim şey gerçek ise, bu karşımdakinin de görebileceği kadar net mi? Yoksa sadece kendi, yani öznel gerçeklerimle mi hareket ediyorum? Söyleyeceklerim ve vereceğim mesaj, dışarıdan başka biri baktığında da tasdik edilebilecek bir gerçeklik mi, yoksa söyleyeceklerimin başına ‘bana göre’ mi eklemek zorundayım?
Söyleyeceklerim karşımdakini kırar mı?
Öyle diyaloglara şahit oluyorum ki; konuşan, zücaciye dükkânına girmiş ve kontrolünü kaybetmiş gibi konuşuyor. Bir diyalog gerçekleşmediği gibi sadece karşı taraf içini döküyor. Ve hiç düşünmediği bir şey var; bu sözlerim acaba karşımdakini nasıl etkileyecek?
Sessizliği bozmaya değer mi?
Bizde esas olan konuşmaktır. Böylece sadece kendimizi göstermez, varlık sebebimizi de karşı tarafa doğrulatırız. İşin kötü yanı, konuşuyor olmanın bizde ihtiyaç değil neredeyse gereklilik haline dönüşmüş olması. Daha da kötüsü bunun farkında olmamak. Her yerde bir gürültü var.
Kafelerde ve restoranlarda gerekli gereksiz müzik çalıyor. Onu geçtim, sokaklarda bile. Çünkü sessizliğe tahammülümüz kalmadığı gibi, sessizlikten de korkar hale geldik.
Kaçımızın evinde hiç seyretmesek dahi TV açık? Veya dinlemediğimiz halde arka planda bir müzik var? Anlatmaya çalıştığım şey işte bu. Sessiz kalmak dinginliğin olmazsa olmaz parçası. Sessizlik ise en değerli armağan.
Peki, biz kıymetini biliyor muyuz?
Etrafımızda kopan gürültü fırtınasında yolumuzu bulabilmenin imkanı yok. Siz de bu tufanın, gerekli gereksiz kelimelerle bir parçası olmayın. Dedik ya, kelimelerimiz belli. Fakat hissettireceğimiz şeyler, kelimeler kadar net değil.
Yukarıdaki 4 maddeye bakıp belki de; ‘iyi de bu dört maddeye göre benim hiç konuşmamam gerek’, diye bir iç muhasebe yapabilmeniz muhtemel.
Kim bilir, belki de, gerçekten doğru düşünüyorsunuzdur.